SON MİSAFİR

kitaplar.JPG (8331 bytes)


“Derviş yoktur,” derler,
“Yahut var ise bile, o derviş orada mevcut değildir…”
Parlak güneş ışığında bir mum alevine bak,
Pamuğu yaklaştırırsan eğer ona, yakar,
Ama onun ışığı güneşin ışığıyla tamamen karışmıştır,
İşte o ayırdedemediğin mum ışığı, dervişten geriye kalandır…

(Mevlana Celaleddin)

Samanyolu galaksisinin son bulduğu, Doğular ile Batıların birleştiği belirsiz bir yerde devinen dünya büyüklüğünde isimsiz bir gezegen vardı. Buranın yaşayanları ve yaşam biçimleri dünyadakine çok benzerdi… Bu gezegenin üzerinde tek kutsal mabedin bulunduğu şehirde genç bir adam yaşardı.

Okulu sevmediğinden, öğrenciliğe erkenden son vermişti bu genç adam. Özgürce seyahat etmeyi ve öğrenerek yaşamayı seviyordu… Bulunduğu gezegende yetişen mistik şairlerin eserlerini dinleyerek büyümüştü.

Yaşadığı ülkenin insanları dinlerine çok sıkı bağlıydılar ve gezegendeki herkes gibi yukardaki yüce bir yaratıcıya inanırlardı… Genç adam ise yetiştiği çevreye uyum içerisinde görünmesine rağmen, onların önem verdiği değerlere bağlı değildi. Bundan dolayı, gençlik yıllarına geldiğinde yaşadığı topluluğun bireylerinden hayli farklı özellikler kazanmıştı. Yaşamı her zaman taze bir gözle seyreder, doğru bildiği gibi yaşar ve yaşadığı her ana değer verirdi. Girdiği ortama sözleri ve tavırlarıyla huzur getirirdi. Çevresindeki herkesle selamlaşırdı. İnsanları oldukları gibi kabul eder ve kimseyi kırmazdı. Onlara yardımcı olmaktan zevk alır, aynı zamanda değişik fikir ve yaklaşımları ile onları düşünmeye sevkederek te mutlu olurdu…

Önceleri işlek bir çarşıda çalışarak ticareti öğrendi ve işleri iyi gidince pazarda kendine küçük bir dükkan açtı. Burada ipek halı ve altın takı satardı…

Karşısındaki kim olur olsun gösterdiği içtenlik ve ağzından dökülen bilge sözlerden dolayı onunla bir kez karşılaşanlar sık sık yanına gelirler ve güzel sözlerini dinlerlerdi… O konuşunca sevgi dolu gözleri ışıl ışıl parlardı… İnancını soranlara,”benim bilincim, yerleri ve gökleri her an, hep birden vareden sınırsız bilince dönüktür, ben bir tanrıya tapanlardan değilim,” derdi. Bu sözleri inananların kafasını karıştırır, düşünenlerin kafasını çalıştırırdı. Tanrıya tapmamakla neyi kasdettiğini anlamaya çalışırlardı.

Onlara şöyle derdi: “Anlamaya çalışın, ne isimle işaret ederseniz edin, asılda sadece Sınırsızlık vardır. Onun bir yeri yoktur ve O tektir. Onun yanısıra bir de tanrı oluşturmayın! Yoksa aşağılanmış ve kendi başınıza bırakılmış olursunuz!..”

Yeni ve değişik fikirlerini dinleyenler Ona sualler sorarlardı. O da kendisine sorulan her sorunun mutlaka cevabının olduğuna ve düşünerek her cevabı bulabileceğine inanırdı… İnandığı gibi, en basit ve derin cevapları vermekte zorlanmazdı…

Çevresindeki herkes Onu kendine çok yakın bulurdu. Bu öylesine bir yakınlık hissiydi ki, Onunla bir kez tanışıp konuşan, en yakın dostluğu kendiyle kurduğunu düşünürdü… Biraz daha yakından tanımak isteyenlere ise, mizahi bir gülümseme ve gözlerindeki sevgi dolu içtenlikle “Senim Ben, özüne sor da bak!” diye cevap verirdi…

Onunla tanışanlardan çoğu, onun gibi bilge, güzel ahlaklı ve aydın bir insan olmak için Onun yaptıklarının aynını yapmanın gerektiğini düşündüler. Böylece Onun sözettiği evrensel değerleri kendilerinin de yaşayacağını umdular. Ancak şunu farketmiyorlardı: Genç adamın yaşam biçimi, yaşadığı gerçeğin sonucu olarak böyleydi, bunları yaptığı için o gerçeğe eriyor, değildi… Durum böyle olsa da, farkedenler için bu gezegende Onun ardına koyulup, Onu anlamaya çalışmaktan daha değerli bir şey de yoktu…

Gün geçtikçe kendisini ziyarete gelenler artınca, unutulmayan sözlerini yazarak biriktirdi ve hepsini bir kitapta topladı. Kitabına “Son Misafirin Öğütleri” ismini verdi. O günden sonra kendiyle tanışmaya gelen her konuğuna bu kitaplardan birini ikram etti ve o kitaba sahip olanların, görmeseler de genç adamla artık bağları kopmadı…

Kitabın ilk sayfalarında yeralan öğütler şöyleydi:

“Ne ararsan kendinde ara!

Sana ve tüm evrene canlılığını veren güç ve bilince giden yol kendi özünden geçer. O güce ermenin ve Onu yaşamanın anahtarı, inancındır. Unutma ki tüm evrene şeklini veren, inançtan başka birşey değildir…

Kendinde ne varsa, dünyanda onunla birlikte olursun. İç dünyanı anlamadan, dış dünyanı bilemezsin. Senin için mutlu veya mutsuz bir yaşam seçen başka hiçbir şey yoktur.

Nasıl inanırsan, öylesin… Nasılsan, öyle dilersin… Nasıl dilersen, öyle yaşarsın…

Yaşamın, sana isabet eden şeyler değil, o şeylere karşılık senin ne yaşadığındır…Kaderin, seçimlerindir… Seçimlerin ise sana kolay gelendir…

Yüreği, her insanın o gezegendeki kısa yaşamları sona ermeden, kendi farkettiği derinlikere ermesini istiyordu. Bunun için bildiklerini herkesle paylaşmayı arzuluyor ve her fırsatı çevresindekilere birşeyler vermek için değerlendiriyordu…

Ne kadar istese de genç adamın verebilecekleri herkesin kapasitesinceydi. İnsanlara benzetme ve mecazlarla konuşmanın ötesinde fazla yapacak birşeyi yoktu. Onlara “ben sizin gezegeninizde kısa bir süre konaklayan bir misafir gibiyim” derdi. Ancak topluluk hiçbir zaman mecazın nerede bittiğini, hakikatin nerede başladığını bilemedi…

Tanrının olmadığını kabul ettiklerini düşünenler yine de şunları sorgulamaktan kendilerini alamazlardı: Peki ama, Sınırsızlığı nasıl farketmişti bu genç adam? Tanrı yoktu, o halde Sınırsızlık mı ona açıldı, yoksa o mu Sınırsızlığa erdi? Arayarak ve çalışarak mı buldu, yoksa doğuştan mı bu verilmişti?.. Bazıları ise Onun, Sınırsızlık adını verdiği tanrıyla çok özel bir bağı olduğu sonucuna varmışlardı!..

Kendisine sorulduğunda, genç adam, Sınırsızlığı anlamaya çalışanlara şöyle derdi: “Semalarda ve yerde olanların hepsi Onundur. Hepsi Ona boyun eğmektedir. Her nereye bakarsanız, Ondan başkası yoktur ve Sınırsızlığı içinizden ancak bilgi sahibi olanlar hissedebilir.”

Bilge sözleri kalpten kalbe yayıldıkça uzak yerlerden ve başka şehirlerden de insanlar akın akın onunla tanışmaya geldiler. Düşünmeyi seven insanlar genç adamın çevresinden ayrılmaz oldular. Onunlayken herkes adeta herşeyi unutur, düşünceden ibaret bir hal alır ve kendilerini emniyette hissederlerdi. Onun sözleri birer cennet meyvası gibi dizilirdi belleklerine. Hiçbir soruyu cevapsız bırakmazdı. Kimi zaman suskunluğu en güzel cevap olurdu…

Haftalarca genç adamın dükkanı ziyarete gelen konuklarla dolup taştı. Diğer dükkan sahipleri bu durumu kabul etmek istemediler. Kimileri vardı ki genç adamın adının bile anılmasından rahatsız olmaya başladılar…

Bir gün bir grup yaşlı adam, genç adama gelerek sordular: “Biz tanrıya inanıyor ve ona kulluk ediyoruz. Bundan neden zarar görelim?”

Cevap verdi: ”Bilin ki herşeyin var edeni o şey ile birliktedir. Sizi varedeni anlamakla, ötede bir yaratıcıyı kabullenmek farklı şeylerdir. Kendi özünüze dönün. Ötede bir yaratıcı yoktur. Hayata yön veren güç ve bilinç kendi özünüzdedir. Onun dileğidir sizde ortaya çıkan ve şunu bilin ki Onun dileği, sizin seçimlerinizdir.”

Gençlerden oluşan bir başka grup şöyle sordu: “Biz tapınacağımız bir varlık olduğuna inanmıyoruz. Bundan neden zarar görelim?”

Onlara da şu cevabı verdi: “Yemin ederim ki şartlanmalarınız ve bağımlılıklarınız size yolunuzu şaşırtır. Kendinizi bilemiyorsanız, sayısız varlığa tapınmadasınız.”

“Efendimiz!” dedi bir başkası, “Günahtan nasıl arınmalıyız?”

Cevap verdi: “Sınırsızlık her an yeni bir oluştadır. Olanlar Onun dileğidir. Onun oluşlarında iyi ve kötü ayrımı yoktur. Ama siz bu gerçeği hesaba katmamak suretiyle kendi yargılamalarınızla kayıtlı kalırsanız, işte günahı varsayan siz oldunuz!”

“Söyleyin bize o zaman” dediler, “Neden dini emirler var? Neden bir takım şeyler yapmamız isteniyor bizden?”

“Yaşamın anlamını farkediyor musunuz?… Eğer bir ömür baktığınız ve duran gibi gördüğünüz dağların gerçekte sandığınız gibi olmadığını farkederseniz ne yapardınız?… Siz dağların aslında canlı ve bilinçli olduğunu, sizinle dost olduğunu, yaşamlarını dileğiniz doğrultusunda sizinle paylaştıklarını görseydiniz, her isteğinize kulak verdiklerini ve hallerini söylemekte olduklarını işitseydiniz, bu sırla ne yapardınız?…

Peki, herşeyle ayrılmaz bir bütün olduğunuzun tarifi mümkün olmayan güzelliğini görünce, bunu tüm kardeşlerinizle paylaşmak istemez miydiniz?.. Varlığın gerçek yüzünü görmek üzere varolmuşken, bunu farkedemeden boşa geçen bir ömrün pişmanlık ateşiyle yanmalarına seyirci kalır mıydınız?.. Şüphesiz, şu gezegendeki ömürleri sona ermeden, onların da bu güzelliği tadmalarını isterdiniz. Onların bundan mahrum kalmamaları için çırpınan siz olurdunuz… Peki bu güzelliğe ermek isteyen dostlarınıza kendinizi örnek edip, onlara yapmaları gereken önerilerde bulunmaz mıydınız?. Şüphesiz, onlara ağır gelse dahi, duyduğunuz sevgiden dolayı önerilerinizi yapardınız! Ve sizin önerilerinizi onlar emir gibi kabul ederlerse, bunda ne kazanç vardır?..”

Yine sordular, “Herşey Sınırsıza ait ise, Onun adaleti nerede? Neden kimi her istediğine ulaşırken, kimi herşeyden mahrum?”

Cevap verdi, “Tırnağınız size ‘ben niye göz bebeğin olmadım?’ diye sorsa, ne derdiniz?”

“Efendimiz” dedi bir başkası, “Sınırsızlığa ermek için ne yapmalıyız?”

Ona da şu sözleri sıraladı:

“Arayan, aradığını buluncaya kadar, aramayı bırakmasın. Bulunca şaşıracak ve hayran olacak ve her şey üstünde hüküm sürecek..”

Bu sözleri çoğunluğun sıkı sıkya bağlandığı inançlarına ters geldi. Söyledikleri çevrede duyuldukça, bundan hoşnut olanlar kadar, onu eleştirenlerin sayısı da arttı… Komşuları, Onun artık kendine yeni bir yer bulmasının zamanının geldiğini söylediler. O da onları halleriyle başbaşa bırakarak kısa sürede bu yerden ayrıldı…

Gittiği yerde de çok geçmeden sözleri yayılmış ve yeniden kalabalıklar oluşmaya başlamıştı… Çevresindekilere, onlarla bildiklerini paylaşmanın dışında yapacağı birşey olmadığını belirtiyor ve onları şöyle uyarıyordu:

“Herşey Sınırsızlığa aittir ve her nerede olursanız Sınırsızlık sizinledir. Size açılan bilgiler Sınırsıza aittir. Kendinizde mevcud olanı dışarda aramak sonuçsuz bir uğraştır... Hiçbir kelebeğin kozası dışardan delinmez. Vakti gelen, nasibinde varsa kozasını deler ve kendi sonsuzluğuna kanat çırpar…”

Sözlerini her dinleyen, işittiği her sözde kendine söylenmiş bir anlam bulurdu ve bu anlamları kavradıkça, genç adamın özel olarak kendisine konuştuğunu düşünürdü…

Topluluktan bir kısmı, gezegenlerinde daha önce de benzer erenlerin yaşadığını ve onlara bağlanarak kurtuluşa ereceklerine inanıyorlardı. Bu umutla genç adamın peşini bırakmadılar… Diğer bir kısmı, Onun bir kurtarıcı olarak geldiğini düşündüler. Gezegenlerinde misafir olmasının anlamı bu diyerek etrafından ayrılmadılar!..

Genç adam kalabalığın gün geçtikçe kendisini sıkıştırdığını, daima kendinden birşeyler beklediğini, onlar için yaşamasını, onlar için düşünmesini istediğini farkedince, onlara “artık bildiklerimi size anlatmak işime gelmiyor” dedi ve o ülkeden ayrılıp uzak bir adaya gitmeye karar verdi…

Kimse Ondan ayrılmayı istemiyordu. Ancak, Onun her an kendi varlığının derinliklerine doğru yaptığı yolculuğun kimse farkında değildi…

Ayrıldığı gün kendisini uğurlamaya gelen topluluğa şunları söyledi:

“Dostlarım, bana bildirilen gerçekleri sizinle paylaştım. Ancak, uyanık olun! Hangi bilgi düzeyine ve tecrübeye erişirseniz, erişin, kendi değerlerinizle sınırladığınız yapınıza kulluk etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bir tanrının olmadığını anladığınızı düşünerek, sonra da benliğinizin O olduğu hayaline düşmeyin. Bilin ki sizden önce nice nesiller buna aldanarak ömürlerini tükettiler. Artık akıllanmalısınız!..

İyi bilin ki bu gezegendeki bağlandığınız değerler aldatıcı ve mağrur edici şeyden başka birşey değildir. Bir oyun, bir geçici zevklenme, bir kendini gösterme, aranızda böbürlenme ve bir çoğalma isteğinden ibarettir…

Dostlarım, tüm insanlar sonsuza kadar yaşayacaksınız. Ölüm yoktur. Ayrılık korkutmasın sizi! Elinizden gelebiliyorsa, sevmeye ve hoşgörmeye bakın! Çünkü ebediyyen, herşeye rağmen sevebildiklerinizle birlikte olacaksınız…

Varlığınızdaki Sınırsızı hatırlayın! Doğrusu, Sınırsızlığı hatırdan çıkarmayarak yaşamına yön verenler üzerinde kayıtlılıkların tasarrufu olmaz. Kayıtlılık ancak onu dost ve rehber edineni aldatır ve yanılgıya düşürmüş olur.”

Ardında şaşkın ve hüzünlü bir topluluk bırakarak oradan ayrıldı. Ama Onun söyledikleri orada olsun olmasın gezegendeki herkesin kulağına erişmişti. Ancak işitenler yine de pek azdı…

Gittiği okyanus ötesindeki adada gece olunca, uzun süreden beri ilk kez yalnızlığıyla başbaşa kaldı ve tüm fakirliğiyle, kendindeki sınırsız zenginliğe yöneldi:

“Ey isimlerle tanımlanamayan Sınırsız varedenim!.. Bana açtığın İlim hazineni herkesle paylaşarak görevimi yerine getirdim ve artık herşeyimle Sana dönüyorum… Ardımda kalan gezegenin gaflet, cehalet ve şiddet dolu olduğunu görüyorum. Hakkıyla değerlendirilemeyen Sınırsız varlığının yukarılardaki bir tanrı gibi algılandığını görüyorum. Mecazlar gerçek sanılıp, gerçeğin kendisi benzetmelerde aranır olmuş. Gönül meyvasının tadı unutulmuş, yaşam kabuktan ibaret kalmış, taklitten başka uğraş kalmamış. Senin katına yükselmek diye tarif edilen hakikat, göğün katlarına çıkmak sanılmış… Senin evini tavaf etmek denen, kutsal beldeye seyahat edip taş duvarın çevresinde dönmek sanılmış… Senden gayrının vücud sahibi olmadığını yaşamak, bedeni aç bırakmak sanılmış… Vererek, herşeyin sana ait olduğunu yaşamak, başkalarına yardımda bulunmak sanılmış… Seni yaşatacak önerilerin, tanrının emirleri gibi pazarlanmaya başlamış… Sana sığınıyorum!.. Açarken bir yandan kendini, gizledin varlığımızdaki Seni. Bildirdiklerimi bildiren Sendin, istediğimi dileyen Sendin, paylaştıklarımı veren Sendin, Senden başka hiçbir şeyim olmadı ve Sana dönüyorum. Tek Sen varsın…”

Onun bu sözleri o gece tüm insanların kulağına erişti… Ancak işitenler yine pek azdı…

Ardında bıraktığı doğduğu kutsal şehirde, çok geçmeden Onun hakkında efsaneler yaratılmaya başlandı… Mucizeler yaratan bir adam olduğundan, son yol gösterici olduğundan ve hatta Onun gezegenlerine inmiş tanrının oğlu olduğundan bahsediliyordu… Bunlar olurken, şehir gün geçtikçe canlılığını ve güzelliğini kaybediyordu… Bir süre sonra, artık ne o eski çarşı, ne de müşteriler yoktu ortalarda…

Uzun bir aradan sonra genç adam doğduğu şehre beklenmedik bir ziyaret yaptı ve dükkanına uğradı. Geldiğini duyan kalabalık tekrar onun dükkanının önüne yığıldılar. Ona bir kez dokunabilmek, hiç değilse bir kez görebilmek için gözyaşları döktüler… Dükkanın bu kadar insanı alması imkansızdı. Ondan yine kendileri için birşeyler istemekten geri duramadılar. Bizim için dua et dediler, bizim için iste… Ona erişmenin Sınırsıza erişmek olduğu düşüncesindeydiler…

Genç adam dükkanın önüne çıkarak biriken kalabalığa seslendi:

“Sınırsız Tek ismiyle işaret edilen, tüm varlığın üstünde, herşeyden aridir. O, varettiği alemlerle tanınmaktan beridir… Bilin ki, Ona ait diye bilinen tüm özellikler, gerçekte sizde bulduğunuz özelliklerdir. Oysa Onu, Onun varettikleriyle bulamazsınız...

Şimdi size soruyorum: Kendinizde varsaydığınız bireysel bilincinizin ötesinde, herşeyi dilediği gibi oluşturan Tek bir güce inanıyor musunuz?.. “

Topluluk sessizce bekledi…

“Tek’in takdiriyle ve dilemesiyle yarattığı olaylar içersinde yaşadığınızı kabul ediyor musunuz?”

Sessizlik devam etti…

“O halde yaşamda yersiz ve yanlış hiçbirşey olamaz!.. Karşılaştıklarınızın sizi üzmesine, sıkmasına izin vermeyin ki gerçeği değerlendirmekten mahrum olmayasınız. Mutsuzluğu feda edin ve mutlu olun… Sizi yakan ateşi söndürecek ve her türlü nimete erdirecek olan, Sınırsız Tek’e inancınızdır..

İnsanları, sorumluluklarınızı üzerine atmak için kral veya put yapmayın! Ben de sizler gibi sıradan bir insanım. Sizi hiç bir fani kendi gerçeğinize erdiremez! Zamana ve yeniliklere ayak uydurun! Zamanın gerekleri öğretici ve öğrenen ikiliğini sona erdirmiştir. Geçmişten duyduğunuz hayali yaşam tarzlarıyla gerçeğe ereceğinizi sanmayın! Bilin ki size değerli gelen her şey hayali tanrınızdan kaynaklanmaktadır…

Size, bildiklerinizi uygulamaya koymayı, taklidi bırakarak gerçekçi olmayı tavsiye ediyorum. Sonsuza dek, sadece bu gezegendeki yaşam sürenizde değerlendirebildiğiniz özelliklerinizle yaşayacağınızı hatırdan çıkarmayın! Dileyin ve dileğinizin gerçekleşmesi için çalışın! Güzellikler sözlerde kalmasın, sizde hayat bulsun…”

Bu sözler o anda tüm gezegene yayılan bir sesleniş gibi duyuldu… O günden sonra kimse Onun düşüncelerinden başka bir gerçek düşünmedi, düşünemezdi… Zira Onun inancı böyleydi ve O’nda dile gelen inanç, varlığa şeklini veren inancın ta kendisiydi…

Ahmed Baki
21 Haziran 1998
Gayrettepe, Istanbul