Cuma sohbeti

Bütün mesele işin ne olduğunu bilmemek ! İslâmiyeti câmide anlatılan gibi zannediyoruz. “Bırak bu saçmaları.Bu devirde Din’le mi uğraşılır!..” diyoruz. Çünkü “ DİN ” diye bildiğimiz câmide anlatılan hikâyeler !..

Ama işin hakikatini anladıktan sonrada artık kimseyi tutmak mümkün değil. Onun içinde benim prensibim şu ; Bu bilgileri elinizden geldiği kadar çevrenize duyurun. Ondan sonra da kim ne yapıyormuş , bizim sorunumuz değil. İster namaz kılsın , ister kılmasın , ister oruç tutsun , ister tutmasın.Yani kim ne yaparsa yapsın , o benim sorunum değil. Ama insanlar gerçek manâda dinin niye geldiğini bilmediği için ömürlerini boşa harcıyorlar , bunu telafi etme şansları da yok. Giden gitmiştir , geri dönüş yoktur. Yaşamda ve sistemde geri dönüş yoktur.

Birisinin “ Şimdiye kadar Allâh büyük , nasılsa bizi affeder diye düşünüyorduk ” demesi üzerine ;

Yukarıda biri yok !. Bunun farkında değiliz. İşin en kötüsü bu !. Bizi yukarıda bağışlayacak , alıp bizi cennetine koyacak , Cehenneminden çıkaracak biri var sanıyoruz. Allâh’ın gerçek manâda ne olduğunun , sistemin ne olduğunun farkında değiliz. “Affeder canım !..” Kim affediyor ? Neyi affediyor ? Kimi affediyor ? Onun içinde benim en çok üstünde durduğum konu hep ALLÂH isminin manâsını bu insanların anlaması.

Allâh bir tanrı değil !..Yukarından seni seyredip , seni imtihan edip , seni yargılayacak bir hakim tanrı değil. Sen , O’nun için hiçbir şey yapmıyorsun. Yani , sen “Ben Allâh için de şunu yapıyorum.” diye düşündüğün an kendi hayalinde yarattığın ve tapındığın tanrından bahsediyorsun.

Hz. Ömer de öyle anlatıyor zaten. Hz. Ömer gülüyor. Rasulûllah S.A.V. soruyor ; “Ya Ömer niye gülüyorsun ?..” ; “ Ya Rasûlullah biz kurabiyeden tanrılar , putlar yapardık. Sonra geçer karşısına tapınırdık. Sonra da yolda acıkınca o kurabiyeleri yerdik.” diyor. Şimdi Hz. Ömer’in kurabiyeden tanrısı gibi biz de kendi kafamızda yukarı bir tanrı oturtuyoruz. Ondan sonra da o bizi nasılsa bir yerlere sokar deyip boş veriyoruz.

Düşünmüyoruz ki şu yemeği yemediğimiz zaman karnımız doymuyor. Yukarıdaki bizi doyurmuyor. Hastalandığın zaman o ilacı almazsan yukarıdaki seni iyi etmiyor ! Bu kesin gerçekler gözümüzün önünde olduğu halde halâ “ yukarıda biri var o bizi bağışlar ” zannediyoruz.

Ben onun için namaz kılıcam , onun için oruç tutucam ” zannediyoruz. İslâm dini kapsamında olan ve de yapmamız tavsiye olunan şeylerin hiçbirisi Allâh için , yukarıda bir tanrı için değil. Hepsi de bizatihi kendimiz için , nasıl sana tavsiye ediyorsak “ şu vitamini al , bunun yararını görürsün ” şimdi bunları sen benim rızam için , benim için mi alacaksın ? Hayır !..

Kendin için alacaksın. Ben sadece sana yararı olacak şeyleri söylüyorum. İşte Hz. Muhammed SAV.’in insanlara ilettiği tekliflerde insanların kendi yararı için onlara teklif edilmiş şeyler. Ya bunu değerlendirirsin , faydasını görürsün. Ya bunu ihmal edersin , sonucuna da sen katlanırsın. Ondan sonra hayatın cehenneme döner. Döndüğü zaman da “ Niye ben Cehenneme gittim ?. Niye Cehennemde kaldım ?. ” İşte o zaman ayet tecelli eder.

“ Allah sizi cehenneme atmadı siz kendi ellerinizle kendi kendinizi cehenneme attınız. ” Niye ?

Bilgisizlik yüzünden yapmanız gerekenleri yapmadınız sonunda hayatınız cehenneme döndü. Bütün meselenin esası bundan ibaret. Gençler bunu daha kolay anlıyor. Bizde bir şartlanma var. Yılların oturttuğu , betonlaştırdığı bir şartlanma var. Kavramlarda da ayrı düşünüyoruz. Biz o kelimeyi kullanırken başka manâ düşünüyoruz , karşımızdaki başka manâ düşünüyor. Ve dolayısıyla bu konuları gençler çok kolay anlayabiliyor. İlmi temelleri de var , çok kolay anlıyor. Ama bize aktarmaya kalktığı zaman problem çıkıyor. Çünkü biz kendi anlayışımızla bakıyoruz. Etrafa bakıyoruz. Etrafı tarikatlar basmış şeyhler basmış. Ondan sonra hemen yorum geliyor. “ Ahmed Hulusi’de bir şeyh , bir tarikatı var. ” Yok kardeşim !.

Ama işte objektif olarak gelip bir şey hakkında hüküm vermeden o şey hakkında ilgilenmek lazım. O şeyi tanımak lazım. Ondan sonra yorum yapmalı “ Ahmet Hulusi dinden bahsediyor öyleyse tarikat şeyhi ” , şeyhlik benim yaptığımsa iyi bir şey , fena değil , bana göre. Herkes şeyh olsun. Benim yaptığımında şeyhlik olduğunu düşünmüyorum. Çünkü tasavvufta şeyhin ne olduğunu biliyorum. Bizim yaptığımızın da şeyhlikle alakası yok. Ben hayatımda hiç kimseye “ Sen namaz kıl ” demedim. “ Sen oruç tut ” demedim. Ama neyi yaparsa neleri kazanacağını , neleri yapmazsa da sonucunda nelere katlanmak zorunda kalacağını anlattım , o kadar.

İnsanlar bu bilgileri alıp özümsedikleri zaman onun zevkine de varıyorlar ayrıca. Bu ilim bâki ve bu zikri yapıp neticesini görenler , olayı daha da iyi anlıyorlar. Benim temel sözüm , prensibim şu “ Dene gör ” hiçbir tekilde bana inanarak gelmeyin.

Bir peygambere inanmak zorundasınız , imân etmek zorundasınız. Ama bana inanarak gelmeyin. Bana geliyor ben falancadan filancadan duydum. Yahutta bir kitabını okudum. Sana inanıyorum bana tesbih yaz. Git kardeşim bütün kitapları oku öyle gel diyorum. Bana inanarak gelmeyin. Evvela olayın ne olduğunu bir anla. Kafandaki suallerin bir bitsin. Seni bu konu bir doyursun. Ondan sonra denemek üzere gel. Dene ; faydasını görüyorsan o zaman devam et. “ Ben vitamin alıyorum, kendimi daha dinç daha diri hissediyorum. Faydasını gördüm ”. O zaman devam et !.. O zaman sana o vitaminin daha iyilerini de yazayım ben.

Soru - “ Parası olan kişi kalp kapakçığını Amerika’da değiştirip , gelip 10 yıl daha yaşama şansı varken , parasız olan kişinin o şansı yok ” deniyor bir kasette bunu anlayamadım.

Üstad - Sen mi seçtin ? Neyi sen seçtin ? Hangi şey senin seçimin ?

Soruyu soran - Evet ama anlayamadığım husus ameliyat olanın 10 yıl daha fazla yaşama olayı.

Üstad - Ona zaten 10 yıl fazlalık bir ömür takdir edilmiş. Dolayısıyla gidiyor o ameliyatı oluyor ve10 yıl daha fazla yaşıyor. Esas mutlak olan , takdir !.. Ufacık bir vurmada , içinde gidiyor insan. Ama 5 takla atıyor , sapasağlam çıkıyor insan. Kazalar için o duayı herkese öğretiyorum.

Allâh rahmet eylesin bana hocam Osman efendi öğretmişti. Tam 18 yaşındayken “ Bismillâh , rabbiyallâh , hasbiyallâh.tevekkeltü alâllah ve i’tesemtü billâh. Fevvedtü emri ilâllah , maşallâh lâ kuvvete illâ billah. Bu duayı okuyun , yola çıkın , hiçbirşey olmaz. Öleceksen o gün kazada , o zaman da Allâh sana unutturur , bu duayı okutturmaz ” demişti. Hatta sabah evden çıkarken bu duayı okumayı ben herkese tavsiye ediyorum.

İlâcı yutmadığın sürece hiç bir faydası yok. Bana soruyorlar “ Benim oğlum böyle , kızım şöyle , kocam böyle. Ben ona okusam tesbih çeksem olur mu ? ” olur !.. ilacı sen yut kocana fayda ediyorsa , çektiğin tesbih de fayda eder. Niye etmesin ki ?.. “ Çocuğum 40° derece ateşle yatıyor. Antibiyotiği ben alsam ona fayda edermi ?..” Ederse eder !

Soru - Okuduğumuz şeylerin ölülerimize faydalı olduğu doğru mu ?

Üstad - Zikir yapan kişinin beyninden her an çeşitli dalgalar yayılır. Eğer beyin güçlü zikir yapan bir beyinse o kadar güçlü dalgalar yayar. Dolayısıyla dışarıdan oraya gelen kişi ister istemez o havaya , o ruhaniyete , o dalgaların tesirine girer , onu hisseder. Mesela “ senin yanın ne kadar huzurlu buraya geldiğim zaman rahat ediyorum ” dersin birilerine. Niye ? Onun yaydığı dalgalar o anda seni kuşatıyor. Beynini etkiliyor. Ama çıkıp gittikten sonra ne olur ? Kendi kendine kalırsın. Dolayısıyla bizatihi kişi kendi yapmadıktan sonra faydasını göremez. Öteki ancak birisinin yanına bir odaya gelip yarım saat , bir saat oturup çıkmak gibi olur.

Soru - Ashab cuma günleri sabahtan camiye gidip cuma vaktine kadar beklemeleri cuma vaktinin vaktini bilmemelerinden mi?

Üstad - Onunla alakalı değil. 5 vakit namaz farz olmadan evvel esas 2 vakit kılınıyordu. 5 vakit namaz daha sonra farz oldu. O arada cuma günü bir saat vardır ki o saatte ibadet çok faydalıdır. “ O saatte edilen dualara mutlaka icabet olunur. ” diyor Hz.Muhammed S.A.V. Işte o saati ibadet halinde yakalayabilmek amacıyla da bir kısım boş olanlar mescide geliyor , oturuyor. Dua ile zikir ile vakit geçiriyorlar. Bunlar bugünkü yaşam koşulları içinde artık örnek değil. O devirde o tatbik edilenleri bizim tatbik etmemiz çok güç. “ Biz bu devirde ne yapabiliriz.? ”e bakacağız. Geri gidip o devirde yaşama şansımız yok

Soru - Bir kudsi hadiste “ Kulum bana nafilelerle yaklaşır. ” diyor. Buradaki nafilelerden murad nedir ?

Üstad - İbadetler yani çalışmalar 2’ye ayrılır. Tıpkı fabrikada çalışan insanların olduğu gibi.. Fabrikada 2 kısım insan çalışır. Bir ; asgari ücretle çalışanlar vardır. Bir de asgari ücretin üstünde , liyakatına göre ücret alanlar vardır. Asgari ücret sınıfı , farz olan ibadetlerdir. Yani bir kişinin belli azaplardan kendini kurtarıp belli güzelliklere erişebilmesi için taban sınır. En alt sınır , farz diye ifade edilen ibadetlerdir. Günde 5 vakit namaz ( farzları 17 rekat) 29 - 30 gün ramazanda oruç , imkanı olan için hac , imkanı olanlar için zekat gibi. Bu taban sınırdır. Bir de bunun üstünde Nâfî olan çalışmalardır. Nâfî yararlı faydalı demektir. Nâfîlelerle demek ; “ Bir takım yararlı faydalı çalışmalarla kişi ancak Allâh’a yakîn elde edebilir. ” demektir.

Yani taban olan çalışmalar kişi için zorunlu olan çalışmalardır. Kendini toparlayıp kurtarabilmesi için. Ama Allâh’a yakînlik istiyorsa bunun daha ötesinde birtakım yararlı çalışmalarla Allâh’a ancak yaklaşabilir. İşte bu yararlı çalışmalar da çeşitli şeyler olabilir. O çalışmaların neticesinde kişi ancak Allâh’a yakîn elde edebilir. Bu farzları yerine getirmekle değil anlamındadır.

Tefekkür Allâh’a yakînin ilk basamağıdır. Tefekkür yoksa zaten yakîn oluşmaz. Allâh’a yakîn elde etmek isteyen kişinin adım atacağı ilk basamak tefekkürdür. Yani nâfile kılınan namazlar , oruçlar vesaire ancak tefekkür basamağına basıldıktan sonra tesirini kişide göstermeye başlar. Tefekkür yoksa zaten bir yere varılmaz. İnsanı hayvandan ayıran özellik , tefekkür özelliğidir.

“ Tanrı ” kavramını attık bir derecede diyoruz. Ama o konu çok önemli. Bizde doğuştan ve çevreden gelen bir inanç var. Bir tanrı inancı var. Biz buna “ Allâh ” ismini taktığımız içinde “ Allâh’a inanıyoruz ” diyoruz. Hemen hepimizde , Türkiye’de yetiten herkeste “ Biz Allâh’a inanıyoruz diye bir inanç var. Fakat “ Allâh ” kelimesini tanrı kavramı için kullanıyoruz.

Tecrübelerimle şunu gördüm. Genelde yapımızda , yaradılışımızda olan o tanrı inancı dolayısıyla biz o tanrı inancını tam kafadan atamıyoruz. Ne yapıyoruz ? Allâh konusunda bu ilimle öğrendiğimiz bilgileri , kafamızdaki tanrı kavramına şırınga ediyoruz , enjekte ediyoruz. Tanrı kavramını Allâh kavramı ile aşılıyoruz ve kafamızdaki tanrı kavramını Allâh’laştırıyoruz. Yani tanrımızı Allâh’laştırıyoruz !.. Allâh’ı yine anlamış değiliz. Allâh’ı anlayamadığımız içinde sistemde bir yığın aksaklıklar görüyor ve sualler çıkartıyoruz ortaya. Sistemdeki bağlantıları kuramamamızın , kafamızda beliren suallerin sebebi hep Allâh kavramını anlayamamamız. Işin bütün problem noktası burası.

Varlıkta tasarrufu görüyoruz. Çeşitli nesnelerin tasarrufu insanların , hayvanların , diğer varlıkların , objelerin… O nesneler suretiyle , o birimler suretiyle , dilediğini yapmakta olanın adıdır “ Allâh ” !…

Bu cümleyi iyi not edin kafanıza. Varlıkta algıladığın , gördüğün bildiğin birimler ve nesneler suretiyle dilediğini yapmakta olanın adıdır “ Allâh ” !..

Sen bir varlık , bir obje , bir nesne düşünüp ; bir de onda tasarruf eden 2.ci bir varlık düşündüğün anda tanrı kavramındasın. Hz. Muhammed’in (S.A.V.) anlatmaya çalıştığı Allâh kavramından koptun ve uzaklaştın demektir.

Allâh’ın ne olduğunu anlamak için birimi ve sistemi çok iyi gözlemek lazım. Birimi ve sistemi ne kadar çok iyi gözlemleyip anlayabilirsen o kadar Allâh’ı anlamış oluyorsun. Başka türlü anlama şansın yok. Birimsiz objesiz Allâh’ı anlama şansın yok.

Senin bütün duyuların hep 5 duyuya dayalı olarak aldıklarına bağlı değerlendiriyor. Dolayısıyla bunun dışında senin gözlemleme şansın yok. Ya hayalinde birşey yaratacaksın ona tanrılık vasfını vereceksin , ya gözlemlediğindir. Ama gözlemlediğin kadarıyla da Allâh’ı kayıt altına , sınır altına almayacaksın. Yani bunu yapıyor öyleyse budur demeyeceksin. Çünkü şu temel esas sarsılmaz gerçektir.

Ressam binlerce resim yapar. Her bir resim ressamın bir özelliğini yansıtır , ama resim ressam değildir. Bu da ana mutlak gerçek resimi ressamdaki vasıftan ayrı düşünemezsin. Çünkü onu ressam meydana getirdi ama ressamı da resimle kayıt altına alamazsın.

Sen beni bir tek kitabımla kayıt altına alıp “ Ahmed Hulusi bu kitaptaki bilgilerden ibarettir. ” diyemezsin. Ben o kitabı yazdığım gibi 10 kitap 20 kitap daha yazarım. Kitaplara yazdığımın dışında kafamda daha yazmadığım bir ton nesne vardır. Sen beni yazdığım bir kitapla kayıt altına alamazsın.

Sen Allâh’ı bir tek Kur’an’la kayıt altına alamazsın. Kur’an insanlara gelmiştir. Kur’an insanların gereklerine göre gelmiştir. Dolayısıyla Kur’an’la Allâh’ı kayıt altına alamazsın. O’nun sonsuz kelâmından bir kelâmdır Kur’an.

Ve yaşadığımız âlem , O’nun sayısız sonsuz âlemlerinden bir âlemdir. Biz daha içinde yaşadığımız bu âlemi tam anlayıp değerlendiremezken bu âlem gibi sayısız âlemleri , evrenleri , varlıkları meydana getiren mutlak varlığı ne kadar tanıyıp , anlayıp , yorumlayıp , değerlendirebiliriz ?

Bu elde her an tasarruf eden bu beyindir. Bu el ve bu parmaklar hiçbir şekilde kendi başına hareket edemez. Hiçbir el beyinsiz hareket edemez. Nerde bir el veya bir parmak hareket ediyorsa onda tasarruf etmekte olan bir beyin var demektir. Bu varlıkta da hiçbir nesne birim obje Allâh’ın dilemesi , irade etmesi , kudreti dışında , kendi başına tasarruf gücüne sahip değildir. Mümkün değildir böyle birşey. Ama beyini de hiçbir zaman bu elle kayıt altına alamazsın. Eldeki hareketleri görüp de işte beyin ancak bu parmakları oynatır diyerek beyini sınırlayamazsın. Bu dengeyi çok iyi anlamak lazım !..

Allâh’ı anlamanın yolu buradan geçer. İşte bu şekilde Allâh’ı kapsamlı olarak bu anlattıklarım istikametinde anlayabilirsek işte o zaman kafamızda yarattığımız hayal ettiğimiz tanrı kavramından kopup uzaklaşır gerçekleri farketmeye başlarız. Ya bunu yapacağız , ya yapmayacağız !. Sonucuna da paşa paşa katlanacağız.

Kur'ân daki gerek cennet anlatımı gerekse cehennem anlatımı bizim anlayışımıza göre bize birşeyler vermesi için yapılmış olan tarif ve tanımlamalardır. Bundan 100 sene önceki insana ben çıkıp da senin vücudun moleküllerden ve atomlardan ibarettir. Sen esasında moleküler bir kütlesin desem adam bana bakar “ Herhalde bu kafayı üşütmüş deli !. ” der. Çünkü herkes de onun gibi düşünüyor , o devirdeki herkes.

Dolayısıyla “ Biz hepimiz böyle düşünüyoruz bu adam deli kafayı üşütmüş bizim düşünmediğimiz şeyleri söylüyor !. ” deyip seni itham ederler. Dolayısıyladır ki Kur'ân’daki cennet ve cehennem tavsiyeleri de bize belli anlayışları getirmek üzere gelmiştir.

Yani “ yanlış dediğimiz davranışları yaparsan seni sıkacak , azap verecek birtakım olaylar var. Eğer birtakım yapman gereken şeyleri , uyarıldığın konularda yapman gereken şeyleri yaparsan bunun neticesinde de senin için yarar sağlayacak birtakım sonuçlar var ” anlamında olarak. Yoksa bunu somut nesneler olarak alıp değerlendirmek çok güç.

Şimdi senin kafanda düşünebildiğin , ulaşabildiğin en son noktada “ Ben bu beden değilim. Ben bir ruh yapıyım ” diye bir düşünce var. Kendini bir ruh yapı olarak düşünüyorsun ve nitekim rüyanda da hep kendini nasıl görüyorsun ? Bu madde bedenin ağırlığına sahip olmayan , zaman zaman en olmayacak işleri yapabilen lâtif bir beden gibi görüyorsun , hissediyorsun kendini. Bazen görmüyorsun da. Rüyada dikkat edin yaş kavramı da yoktur. Yaş kavramı hiç hissedilmez.

İşte senin kafanda hissedebildiğin en ileri safha “ Ben bir ruhum ”. Halbuki sen bir ruh değilsin !.. Şu anda sen nasıl “ Ben bu beden değilim , bu et kemik değilim ” diyorsan , aynı şekilde sen bir ruh da değilsin. Sen Evrensel Öz’den meydana gelen evrensel bir objesin. Yani hücre boyutundan molekül boyutuna inip , molekülden atoma inersek , atomun altına inersek , evreni meydana getiren dalgalardan ibaret yapıya geliriz. Senin ben dediğin zaman kastettiğin gerçek varlığın bir dalga varlıktır , bir kuantsal varlıktır. Dolayısıyladır ki senin bilincin bir dalga boyudur.

Bir dalga boyu olan bilinç , her an kendinde tahayyül ettiğini var görür ve o hayalin içinde yaşar. Onun içinde cennet diye tarif edilen ortamda ne düşünür hayal edersen o şey anında meydana gelir. “ Benim 5 tane bedenim olsun ” dersen cennette 5 tane bedenle yaşarsın. “ Her biri ile ayrı şeyler yapayım ” dersen herbiri ile ayrı şeyler yaparsın.

Şimdi ben sana , senin bir bilinç varlık ve bir dalga boyu varlık olduğunu nasıl anlatabilirim ? Ha bundan 100 sene evvelki adama onun moleküler bir beden , atomik bir beden olduğunu anlatmaya kalkmışım , ha bugün yaşayan sana , senin bir dalga boyu olduğunu , bir dalga boyundaki bilinçten ibaret olduğunu , senin gerçekte ne maddi , ne manevi , ne ruhani vs. ; bir bedenin olmadığını nasıl anlatabilirim ?

(soru üzerine) İnsanlar bu anlattığım boyutları anlayamadığı için o devirdekiler “ Olay maddi değil ruhanidir ” diyerek insanlardaki azap duyma kavramını kaldırıyorlar. Olay “ Beden ruhanidir , ruhda da azap duyma diye bir şey yoktur. Öyleyse cehennemde de azap diye bir şey yoktur. ” noktasına getirmek için bunu söylüyorlar. Bunu kesmek içinde de Gazali onu savunuyor. Çünkü o sözü söylemekle iş orada bitmiyor. Onun getireceği neticeler var. Onun getireceği neticeler < ruh azap duymaz , ruhta azap olmaz > noktası. Dolayısiyle de ölümden sonra da eğer birtakım yeterli çalışmalar yapılmadıysa bunun getireceği azapları inkâr etme noktasına gidiyor iş. Gazali bunu kesmek için bunu ; (cismaniyeti) kullanıyor . Ama beden diye birşey yok. Beden var. Bugün nasıl biyolojik bir beden varsa ölümden sonrada ruhani beden var. Ama sen bugün nasıl “ Ben bu beden değilim , biyolojik bedenim var ama bu beden bir süre sonra benim terkedeceğim bir nesne ” diyorsan , ruhani beden de bir süre sonra terkedilecek olan bir beden.

Öbür tarafta Gazali Esma’ül Hüsna terhinde , El Bâis isminin manâsına bakarsan , defalarca Ba’s olmaktan , defalarca beden değiştirmekten bahsediyor. Yani biyolojik beden gidecek , ruhani beden gelecek ahirette ruhani beden gidecek , nûrani beden gelecek veya onun dışında daha başka değişik bedenlere dönüşecek. Beden değiştirme , tekrar dünyaya yeniden bir başka bedenle gelme değil. Geriye dönüş yok. Ama ileriye doğru , değişik Ba’s’lar geçirileceğinden bahsediyor ve “ Bunun daha fazlasını da açıklayamam siz bunu anlayamazsınız ” diyor.

(soru üzerine) Yokluk denizi denen şey senin kendi bireysel varlığının varolmadığını anlamaktır. Mutlak manâda bir yokluk denizi yoktur. Yokluktan murad , senin kendini Allâh’tan ayrı bir birim olarak düşünüp kendini var sanmandır. El’in kendini beyinden ayrı bir varlık olarak hissedip “ ben dilediğimi yapıyorum ” diye zannetmesi neyle ortandan kalkar ? Elin yokluk denizine girmesiyle !.. El yokluk denizine girerse anlar ki ; kanı , canı , siniri , herşeyi beyine bağlı ve beyinle var. İşte bu manâda yokluk denizi..

Sen biyolojik bedenini atomik bedeninden ayır !. Ayırabilirmisin ? Hiç ayıramazsın !. Çünkü biyolojik bedenin atomik bedeninin sonucu olarak mevcut. Varlık da Zât’ın varlığı neticesi mevcut. Zât’la varlığı birbirinden ayıramazsınız mümkün değil. Noktanın adına Zât denmiş. El ile beyini ayırmak ne ise , Allâh ile Muhammed’i birbirinden ayırmak aynı şey.

(soru üzerine) “ Sistemde değişiklik olmaz ” deniyor. “ Zerre kadar iyilik yapan karşılığını , zerre kadar kötülük yapan karşılığını alacağı ” söyleniyor. Bu arada Allâhu Tealâ’nın mağrifet edici olduğunu , rahmetinin gazabını geçtiğini biliyoruz. Bu ikisini nasıl bağdaştıracağız ?..

Üstad - Rahmet mağrifet değildir. Bir kere bunu yanlış biliyoruz. Temeldeki yanlışımız bu. Rahmet rahim kökünden gelir , rahim üretmektir. Kadındaki üretme organının adı nedir ?.. Aynıdır !. Üretme merkezi.

Allâh’ın rahmetinden meydana geldi ” demek Allâh’ın üretmesiyle meydana geldi demektir.

Allâh’ın üretmesinin sonsuzluğu yanında , varlığın yok olması diye bir şey sözkonusu değildir ” demektir ,

Allâh’ın rahmetinin gazabını geçmesi ” !…

Allâh’ın ürettikleri 2 kısımdır. Bir kısım ürettikleri Rahman ismi kanalından gelir. Bir kısım ürettikleri Rahim ismi kanalından gelir.. Rahman ismi kanalından gelen üretimler insanın yapısına ilk anda hoş gelmeyebilir. Fakat o hoş gelmeyen şeyin özünde insan için büyük yarar ve güzellik vardır. Rahim ismi kökünden gelenlerse tamamen insanın hoşuna giden şeylerdir. Fıtratına uygun , yapısına uygun şeylerdir. Bu isimlerin bu anlatımları , bu yorumları da insana göre , insan düzeyinde olan manâlardır. Evrensel manâlar değildir. Olayı evrensel boyutta ele alırsak olayın mahiyeti çok daha fazla değişir.

Biraz evvel “ Kur'ân insana gelmiştir. İnsan boyutuna hitap eder , Allâh’ın kelâmları’ndan da bir tanesidir. ” dedim. Dolayısıyla Kur'ân’ı biz anlamaya kalktığımız zaman böylesine birçok kurallara dikkat etmemiz lazım. Olayın halk dilinde söylenmiş şeklini biz anlıyoruz , ondan sonra Kur'ân’ı bu bilgilerle karıştırıyoruz. “ Ama böyle deniyor , bu nasıl oluyor ?. ” diyoruz. Öyle deniyor ama o halkın dilinde , o halde gelmiş şekli. Onun orijinalindeki manâ o değil ki !.. Dolayısıyla Allâh'ın sisteminde yaratış farkı var , bizim anlayışımıza göre..

Adalet ” deyince biz ne anlıyoruz. Eşitlik !.. Herkese eşit muamele !.. Hayır.. Adalet herbirimin hakettiğinin verilmesidir. Her birimin hakettiğinin verilmemesidir. Herkese eşit vermek değil !.. Herbirimin kendi yapısına , özelliğine göre hakettiğini verme , adalettir. Biz bunu ne anlıyoruz , halk dilindeki anlayışla ,

Herkese eşit vermek ” diyoruz. “ Bu ne biçim adalet herkese eşit vermiyor ” diyoruz. “ Herkese eşit vereceğim ” diye birşey söylemiyor ki Allâh Kur'ân’da… “ Ben adilim. ” diyor.

Yani “ herkese hakkettiğini veririm ” diyor. İşte bunun gibi maalesef biz birçok şeyi yanlış anlıyoruz. Ondan sonrada bu yanlışları getirip tanrımıza bağlıyoruz. Ondan sonra da beğenmiyoruz tanrıyı. “ Hadi canım böyle tanrı olmaz ” deyip bir kenara itiyoruz. İş bundan ibaret.

(Cuma namazıyla ilgi soru üzerine) Hz Rasulullah’ın (S.A.V.) zamanında Hz .Rasulullah genellikle evinde 2 rekat namaz kılar mescide gelirdi. Veyahutta o anda evi olmayan dışarıdan gelen , mescide gelir 2 rekat kılar , oturur hutbeyi dinlerdi. Hutbeden sonra hep beraber 2 rekat namaz kılınırdı (Cuma namazı olarak). Ondan sonra Hz. Rasulullah orada 2 rekat namaz kılardı. (mescitte) Oturup oradakilerle sohbet ederdi , bazen de hiç kılmaz evine gider. Evine gittiğinde 4 rekat kılardı. Uygulaması buydu.

Bizde bir takım yorumlar çıkmış “ Ya kıldığımız Cuma namazı kabul olmazsa ne yaparız ?. ” gibilerden bir düşünceyle bir de “ arkasından öğle namazını kılalım ” demişler.

Bizim de uygulamamız ; önden 2 rekat kılarız , namazı kılarız , sonradan da tekrar 2 rekat kılarız ve çıkarız.

Hanımlar Cuma namazını kılmaz ” diye bir kural da yok. Eğer gitmişse camiye orada Cuma namazını o da hocayla beraber kılabilir. Onu da kılmaz diye bir kural çıkarmışlar o da yanlış.

Hz.Rasulullah zamanında sabah namazına ve yatsı namazına dahi hanımlar camiye giderlerdi ve cemaatle kılınırdı namaz. O yüzden hanımlar tek gelmesin yanında erkeği ile beraber gelsin diye o yüzden ilave yapılmıştı.

Soru - “ Cennette zaman yoktur ” demiştiniz. Birimler ve olaylar olduğuna göre olayların birbirini takip ettiği olaya biz zaman dediğimize göre , cennette de birimler ve olaylar olduğuna göre , zaman nasıl yoktur ? Işık hızında zaman nasıl durur ? Güneşten gelen bir fotonun dünyaya gelmesi bir zaman biriminde oluyor. Belli bir zamana tabi gibi görünüyor bu nasıl oluyor ?

Üstad - Zaman kavramı izafi bir kavram. Zaman bazısına göre daralır , bazısına göre yayılır. Gece uyuyup da sabah uyanan , gözünü açan hatta hiç rüya görmemiş bir adama göre gece 5 saat midir , 10 saat midir , 1 saat midir ? Meçhul !. Böyle bir kavram yok. Ama gecenin saat 12 sinde dişinin ağrısı tutup da dişin zonklamaya başladığı zaman 12 yi 5 geçeye kadar olan süre sana bir asır gibi gelir.

Bunun bir basit örneği daha var ; mesela saniyeli olan saatlere bakın. Üstünde saniye göstergesi olan saatlere bakın. Gözünüz ilk anda dönüp de saniyeye takıldığı anda bir süre için sanki saniye takılmış orada duruyor gibi gelir size. Sonra saniye hareket edip hızla dönmeye başlar. Ama ilk bakış anında bakarsın , saniye orada takılmış duruyor.

Şimdi zaman algılayana göre değişen bir kavramdır. Algılamaya göre değişen bir kavramdır. Zaman kavramının ötesinde cennet dediğimiz ortamdaki yaşantı da “ insan nûrani bedene sahiptir ” diyoruz. Bu nûrani beden dediğimiz yapı bizim ruh dediğimiz yapıyla alakası olmayan bir yapı. Varlığın aslına ve orijinine en yakın bir hâldir. Bir tür melekî boyut hâli.

Bu boyutta varlık , bir dalga boyu şeklinde mevcuttur. Ama dalga olarak da kendini görmez , ama varlığı bir dalga boyutu halindedir. Şimdi dalga boyutu haliyle olan o varlık kendi dalgasına yüklenmiş olan veri tabanının hasılasını yaşar. Yani hayâl ettiği şey , düşündüğü şey , kendinde açığa çıkan bilgi , ilmin doğrultusunda o anda belli olaylar yaşar. An içinde olur bunların hepsi ve sayısız “ AN ”lar devam eder.

Nasıl bazıları rüya görür. “ Bu rüya hiç bitmiyor sabaha kadar devamlı rüya gördüm kesintisiz biçimde ” der. Bunu sonsuza dek yay. Kendi ilminin getirisi olan ortamda sonsuz varedişleri yaşar. Dolayısıyla artık burada zaman kavramı kalkar. “ O her an yeni bir yaratıştadır. ” Hükmü cennet ehlinde tam anlamıyla hissedilir , yaşanır bir biçimde ortaya çıkar. Dolayısıyla her an yeni birşeyler üretir , yaratır.

Kendine beden yaratır , sayısız varlıkları yaratır. Çünkü kendisinde HÂLİK isminin manâsı açığa çıkmaktadır. İşte bu sebepten dolayı da orada zaman diye bir kavram yok. Ve cennetteki bühl sınıfı değil de Arifan sınıfı dünyada bazılarının müşahede ettiği olayı orada somut bir biçimde yaşarlar. Nedir o ?

Salat da okuduğun “ maliki yevmiddiyn ” .

Salat da Fatiha’da okuduğun “ maliki yevmid diyn ” de “ iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn ” ifadesini eğer iyi anlarsan “ maliki yevmiddiyn ” de “ iyyake nabüdü ve iyyake nestaıyn ” gizlidir.

“ İyyake nabüdü ve iyyake nestaıyn ” ; “ maliki yevmid diyn ”in içinde mevcuttur.

“ Maliki yevmid diyn ” açıldığı zaman , açılmış hali “ iyyake na’büdü ve iyyake nestaıyn ”dir.

Biz şimdi “ maliki yevmid diyn ”i ne diye anlıyoruz “ din gününün sahibi ” . “ Din günü ” nedir ? Filanca zamanda kıyamet kopacakta , kıyamet koptuğu zaman o günün sahibi Allâh olacak. Halbuki “ din günü ” demek “ dinin hükümlerinin geçerli olduğu her an ” demek.

Dinin hükümlerinin geçerli olduğu her anın malîki Allâh ” , “ Din sisteminin kurallarının geçerli olduğu her anda tasarruf eden gerçek mutlak sahip , hükümran , Allâh ” demektir. Bu ifadenin sonucu olan “ maliki yevmid diyn ”i diyebilen kişinin “ maliki yevmid diyn ” cümlesini idrak ederek söyleyebilen kişinin doğal olarak getireceği bundan sonraki cümle , ifade “ iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn ” dir. “ iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn ” diyen kişinin de günahları affolur.

Soru - “ iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn ” de “ lâ ilâhe illâllah ” daki manânın aynısı yok mu ?..

Üstad - “ lâ ilâhe illâllah ” sözü bu anlattığım hususları bir şifre , biz öz cümle halinde ifade etme anlamını taşır. Birisi açılmış hali , birisi kapalı , şifre hali.. İnsan “ malîki yevmid diyn ”i anlayamadan “ iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn ” diyemez. Onun içinde Fatiha’nın 2 okunuşu önemlidir. .

    1. Elhamdülillahi rabbil alemiyn , errahman-ir rahiym , maliki yevmid diyn ; iyyake na’büdü ve iyyake nesteıyn…. Diye devam eder.
    2. Elhamdü lillahi rabbil alemiyn errahmanirrahiymi , maliki yevmid diyni iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn…. (maliki yevmid diyn’i iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn’e bağlayarak okumak)

Yani orada virgülle de okuyabilirsin noktalı virgüllede okuyabilirsin. ( Türkçe’deki karşılığıyla söylüyorum ) Virgülle okuduğun zaman manâ , bir başka yönü açılır , noktalı virgülle eğer orayı okursan işin bir başka yönü açılır. Bazılarında hiç açılmaz. Bazıları okuduğunun farkında değildir. Zaten o salata durur , okur , salatı bitirir , çıkar.

Namazda ne okudun ? ” desen farkında da değildir. Ezberlediği birşeyi ezbere okumuştur. Nerdeyse Fatiha okuduğunun farkında bile değildir. Halbuki Fatiha’yı okumamış olanın namazı geçerli olmaz. Namaz kılmış olmaz.

Onun için Hz. Ömer’in bir sözü var. “ Ben hayatımda kıldığım bütün namazları Ebu Bekir’in kıldığı 2 rekat namaza değişirim. Hayatımdaki bütün kıldığım namazları feda ederim Ebu Bekir’in 2 rekat namazına ” diyor.

Yani 2 rekat “ Allahu Ekber ” deyip , yatıp kalkmayı mı kastediyor ?.. O okuduğu kelimelerin anlamındaki , hissiyatını ifade ediyor. Demek ki yapılan ibadetin amacı o anda yaptığın şeyin anlamını hissedip yaşayabilmek. Neyi niye yaptığını hissedeceksin. Bu önemli. Koyun gibi çayırdan ağıla , ağıldan çadıra hesabı sokağa , sokaktan seccadeye değil. “Yukarıdaki birini razı edeyim diye” değil. Kendi öz benliğini , özündekini anlayıp hissedebilmek onun gereğini yaşayabilmek amacıyla ibadet edebilmek önemli. Sen sendekinden gaflet olduktan sonra yaptığın ibadet ibadet olmaz ki !.

Yemek var oturursun 1 saat -1,5 saatte sofradan kalkarsın , attığın her lokmanın lezzetine varırsın. Bir yandan dostlarınla sohbet edersin akşam olsa da yemek yesek dersin. Bir de yemek var ; “ işe yetişeceğim , şuraya gireyim de bir sandviç yiyim ” dersin. Sandviçi yerken ağzına ne attığını bilmezsin yanında bir kolan , ayranın vardır. Doyurursun , çıkar gidersin. Ne yediğinin de farkında değilsin , ne yaptığının da.. İşte fast food tipi bir sandviç , bir kolayı mideyi şişirmek için yemek de var ; dostlarınla gönüldaşlarınla bir yemek masasında attığın her lokmanın lezzetini duyarak , hissederek yemek de var.

İşte namaz var , kılınır fast food’da sandviç kola yer içer gibi… Namaz var ikâme olur , dostlarınla attığın her bir lokmanın lezzetini hisseder gibi. Genelde günlük namazların içinde , yani gündüz kılınan öğle , ikindi , akşam , yatsı gibi farz olan namazların içinde bunu hissedebilmek zordur. Günün şartları yaşam biçimi içinde zordur. İşte onun için denmiş ki “ nâfilelerle kulum bana yaklaşır ” yani gecenin müsait bir saatinde belli bir kitap okumuşsun , bir tefekkür yapmışın , bir konsantrasyonun oluşmuş az veya çok , ondan sonra o konsantrasyonla birlikte namaza durmuşsun , Allâhu Ekber derken Allâhu Ekber sözünün anlamını düşünüyorsun. Allâh’ın sonsuzluk denizine dalıyorsun. “ Elhamdü lillâhi rabbil alemiyn ” derken “alemlerin rabbı olan Allâh ancak kendi kendini anlayıp , bilebilir , değerlendirebilir , hissedebilir. Ben O’nun varlığında bir hiçim. O’nun sonsuzluğu yanında ben neyim ki ?..” diye düşünmeye başlayıp “ Elhamdülillâh ” diyorsun.

İşte ondan sonra dersin ki ; “ Gece olsa da namaza dursam ” işte o ikâme olunan namazdır , o hissiyattır. İnsana esas yakışan değerli olan ve bunlarla işte kişi Allâh’a yakini elde etmeye başlar. “ Peki , ben bunları yaşayamıyorum gündüzleri namazları kılmayım mı ?..” Hayır !.. O gündüz namazları sende belli bir taban oluşturacak. Gündüz şuursuz bir şekilde çektiğin o zikir , tesbih senin beyninde belli bir açılım yapacak. O açılımın neticesinde işte sen öteki tarafta bunları hissedip yaşamaya başlayacaksın. Onun için ne diyoruz ? Gündüz aklın fikrin nerde olursan ol o zikri yap. O zikir senin beyninde o kapasiteyi açacak.

“ Lâ ilâhe illâllah ” Allâh zikri , esasında gerçek zikir değildir. Gerçek zikir kelimeleri değildir. “ Lâ ilâhe illâllah “ bir şifredir. Yani “Allâh varlığı dışında bir varlık yok bunu anla !.” demektir. Bunu anladıktan sonra artık “ Lâ ilâhe illâllah ” zikirleri yapılmaz. Alfabeyi , harfleri ; ( a , b , c ’yi ) öğrendikten sonra halâ A , B , C ’yi konuşur musun ? A , B , C ana okulunda kaldı. Ondan sonra artık kitap okumaya başlarsın.

İnsanın işin hakikatına yönelmesi o kapıdan olur. Ama ben bu kapıdan girdim diye kapının eşiğine otururda içeri girmezsen yukarı çıkmazsan eşik muhabbetine devam edersin. Devamlı Allâh zikri yapılmaz. Çünkü o bir varlığın ismidir. ismin zikri yapılmaz. O isim işaret eder. O ismin işaret ettiği varlığın özelliklerini vurgulayan , anlatan Esma’ül Hüsna dediğimiz isimlerin zikri yapılır.

Çünkü o isimler sendeki belli özelliklere tekabül eder ve onları açar. Dolayısıyla insanın tekamülü , gelişmesi Esma zikrindedir. Kim ne kadar Esma zikri yaparsa o yaptığı zikir istikametinde kendisinde açılımlar olur. Zikir yapmadan da kişinin bir yere varması kesinlikle mümkün değildir. Adam 40 sene davam eder bu yola , 40 senenin sonunda bakarsın yine eski tas eski hamam , hiç bir değişme yok. Olmaz !.. Çünkü bu Esma zikriyle esas tekamül meydana gelir. Gelişme kapasitesinin artması meydana gelir. Öyleyse Allâh hepimize ne yaptığımızı bilmeyi , niye yaptığımızı bilmeyi , niye yaptığımızı farketmeyi , bilinçli bir şekilde herşeyi yerli yerince oturtmayı nasip etsin. Allâh cumanızı mübarek etsin !..

Soru - Üç aylarda Mars - Satürn’ün sert etkileri azalır mı ?

Üstad - Hayır ayların hiçbir tesiri yoktur. O ayların hürmetine sen o aylara riayet edersen , o aylar dolayısıyla belli çalışmalar yaparsan , senin beyninin yaydığı dalgalar gelen tesirleri zayıflatır. Çünkü Recep , Şaban , Ramazan sürekli değişir sene içinde . Dolayısıyla sabit zaman değil ki , sabit zamana has , sabit olay olsun. Kişinin yaptığı çalışmalar bunları zayıflatır. 22.11.1996 Cuma Sohbeti..